İlk bakışta şu saptama biraz gerginlik yaratabilir: Mutlu hissetmek için kazanmaya ihtiyacımız var. Hem de her zaman. Tamam herşeyde değil ama zaman zaman ne olduğu değişse de en az bir alanda kesinlikle her zaman.
Ama işin hoş bir tarafı da var. O da kazanıp kazanmadığımızı tamamen bizim algılamamızın belirleyecek olması. Bu tip bir “kazanma” için ille de bir rakip gerekmiyor. Bir şeyde başarılı olmak ya da en azından iyi olduğunu hissetmek kazanma duygusu için yeterli. Ama bu da şart değil. Başkalarından az da olsa -olumlu anlamda- farklı olduğunu düşünmek de insana kazanma hissini veriyor. Başkalarını geçin; önceden beceremediğimizi şimdi yapabildiğimizi sanmak bile kazandığımızı hissettirir bize. İyi bir işi olduğunu, iyi bir ebeveyn olduğunu, iyi şaka yaptığını, çok kitap okuduğunu, sabahları koşarken herkesin bunu yapamadığını, iyi kitaplar okuduğunu, ortalamanın üstünde futbol bilgisine ya da sinema kültürüne sahip olduğunu, evde kendisinin sözünün geçtiğini, çok yükseğe zıpladığını, çok para kazandığını, şekilli bir vucudu olduğunu, üye olduğu kulübe herkesin kabul edilmediğini, uzun süre açık denizde yüzebildiğini, başarılı evlatlar yetiştirdiğini, tuttuğu takımın en iyisi olduğunu ya da zaten takımın üyesi olduğunu, has bir yelkenci olduğunu, bir topluluğun abisi olduğunu, metrobüsü en verimli şekilde kullandığını, yakışıklı olduğunu, müdürün gözdesi olduğunu, güzel olduğunu, sosyal olduğunu, o dört kişiden ya da bilemediniz dokuz bin dört yüz dört kişiden biri olduğunu kısacası kendisinin -özellikle de başkalarının- hoşlanıp önemsediği hatta azıcık da gıpta ettiği “bir şey” olduğunu sanması lazım her insanın. Herkes bu duyguya olan ihtiyacını bir yerlerde tatmin etmeye mutlaka çalışır. Ya işte ya evde ya da trafikte ya tribünde kendini göstermenin yollarını arar durur. Başkalarına zarar verme pahasına bile olsa bulur da üstelik bu yolu.
Çocuklar için de durum hiç farklı değil kanımca. Azıcık da olsa farklı birşeyi başarmak yapabilmek değil yalnızca yapmak hatta öyle olduğuna inanmak bile daha mutlu bir çocuk olmaya yardım edecektir. Spor bu tatmini sağlamak için öyle şık, öyle yararlı, öyle kolay, öyle doğru ve öyle eğlenceli birşey ki, yararlanmamak ya da en azından çocuğumuzun yararlanması için çaba sarfetmemek biraz -okuyucu ne derse işte- öyle olur.
Bir mahalle maçında rakibi alt etmek, okul masa tenisi turnuvasında birincilik, Avrupa eskrim şampiyonluğu, yüksek atlamada dünya rekoru kırmak; bunların hepsi kazanmaktır şüphesiz. Bununla birlikte “ben antrenmana gidiyorum” , “annemle haftasonu buz hokeyi maçlarını seyrettik” , “kolluksuz yüzüyorum” , “patene başladım” , “ben hiç durmadan yüz kere ip atlarım” , “bir balerin gibi bacaklarımı açarım”, yani “ben de varım” demek de bence yeter kazanan olmak için. İşin özü bir miktar kendini farklı görmek öyle hissetmekten ibaret.
Sporun şıpın işi sayılabilecek faydalarına ek olarak özgüven artıran bu “kazananlardan olma” duygusu da başlıbaşına bir kazanç. Yedinci sınıftaki Dilek’in bu duyguyu hissetmesi için yalnızca ezberlediğimiz anlamda başarılı olması gerekmiyor. Sporun bir yerlerinden tutuyor olması bile ona bunu kazandıracaktır. Özgüveni yüksek bir çocuk… Daha ne olsun !